Yapım Tarihi - 1973
Süre - 00:42:00
Format - Belgesel, Renkli, Türkçe
Yayın Tarihi - 13.12.1973
Yönetmen - Ünlen Demiralp
Yapımcı - Yapımcı - Ünlen Demiralp
Metin Yazarı - Abdülbaki Gölpınarlı
Mevlana’nın hayatı, fikirleri, eserleri, Mesnevinin özellikleri ve Mevlevilik’in
anlatıldığı bu programda; Mevlana Müzesi’nden görüntülere ve Mevlevi ayinleri
ile sema gösterilerine ve Hafız Kani Karaca’nın naatına yer verilmektedir.
Kaynak
Geçmişten Geleceğe Belgeler... Bilgiler... 1968/2008
TRT Arşiv Dairesi Başkanlığı, N. Beyhan Karadağ
İSMAİL CEM TRT GENEL MÜDÜRÜ OLDUKTAN SONRA TELEVİZYON YÖNETİM KADROSUYLA YAPTIĞI
GENİŞ KAPSAMLI İLK TOPLANTI VE ŞEB-İ ARUS
1974 Eylül’ünün son günleri idi. İsmail Cem, 1974-1975 yayın döneminde
yayınlanacak programların planlanması ile ilgili olarak, televizyon
yöneticilerini toplantıya çağırmıştı. Toplantıda konuşulan konulardan biri,
televizyon yayınlarında dini programlara periyodik olarak yer verilmesi idi.
Bazı arkadaşlar buna itiraz ederek, laiklik ilkesine aykırı olacağını
belirttiler. Ancak İsmail Bey, kararının kesin olduğunu söyledi. Böylece Dini
Yayınlar periyodik olarak TRT televizyonunda başlamış oldu.
Bu toplantıda, Mevlâna’nın ölüm yıldönümü olan 17 Aralık’ta, Şeb-i Arus’ta,
Mevlâna ile ilgili bir programın da hazırlanmasını istedi. Bir müdür
arkadaşımız, Aralık ayına çok az zaman kaldığını, bu sürede nitelikli bir
programın yetiştirilemeyeceğini ileri sürdü. Bunun üzerine, Mevlâna’nın
anılmasının önemli olduğunu söyledim. Arkadaşımız, ” Ünlen Bey madem o kadar
önemsiyor, programın yapımcılığını ve yönetmenliğini kendisi üstlensin” dedi. O
günlerde Program Araştırma, Planlama ve Değerlendirme Şubesi müdürlüğü görevini
yürütmekteydim. Bu söz üzerine programı üstlendim ve idari görevlerimin yanı
sıra konu ile ilgili çalışmalara başladım.
Bir hafta içinde, Mevlâna ve Mevlevilikle ilgili bulabildiğim bütün kaynakları
okudum ve sonunda Abdülbaki Gölpınarlı Bey ile görüşmeye ve kendisinden yardım
istemeye karar vererek, bana yardımcı olacak arkadaşlarım Fatoş Günal ve Hüseyin
Taşkın’la birlikte İstanbul’a gittim.
İstanbul Televizyonu Müdürü Alpaslan Öner arkadaşımız, “Hocaya gideceksin ama
kimi gönderdiysem kovdu” dedi. Bu söze aldırmadım ve kendisinden randevu aldım.
Üsküdar’daki yalısında avlu kapısından içeri girdiğim zaman, merdiven
basamaklarının önünde terlikler gördüm. Yanımda Fatoş ve Hüseyin de vardı.
Ayakkabılarımızı çıkarıp onları giydik. Abdülbaki Bey, karşılamak için merdiven
sonunda sahanlıkta bekliyor, sanırım bizi izliyordu. Yukarı çıkıp elini öptüm,
kendimi ve arkadaşlarımı tanıttım. İlk sınavı geçmiş olmalıydık ki “hoş
geldiniz” diyerek içeri aldı. İstanbul Televizyonu Müdürü olan arkadaşımızın
söylediği olay gerçekleşmemişti.
Abdülbaki Bey’in, bembeyaz kısa sakalı ile, durgun, insana güven veren konuşması
ve mütevazi duruşu bizi etkilemişti. Ne düşündüğümü ve ne yapmak istediğimi
ayrıntılı bir şekilde anlatmamı istedi. Anlattıklarımı dinledikten sonra: “Sen
her şeyi öğrenmişsin. Bana ihtiyacın kalmamış” dedi. Ben de: “Yapmayın hocam,
sizin yanınızda benim sözüm mü olur? Ben belki denizde bir damla olabilirim ama
siz okyanussunuz, lütfen bana yardımcı olun” dedim. Bunun üzerine, biraz düşündü
ve her konuda yardımcı olacağını ifade etti. Böylece ikinci sınavı da atlatmış
oldum. Programın metin yazarlığını ve sunuculuğunu kabul etti. Bana bir yapımcı
gibi çalışarak destek verdi.
Program bir belgesel olacak ve Mevlâna’nın hayatını, eserlerini ve Mevleviliği
kapsayacaktı. Mevlevilik bölümü, belgeselin ağırlıklı olarak görsel içeriğini
oluşturacaktı ve bunun için yapılacak hazırlıklarla çalışmalar çok önemliydi.
Başından sonuna kadar bir Mevlevi ayininin çekimini yapmaya karar verdik. Bunun
için Hüseyin Fahrettin Dede’nin “acemaşiran” ayinini önerdi. Üstat Saadettin
Heper’le buluşmamı sağladı. Saadettin Bey, ”Mıtrıb”ı oluşturdu. Kâni Karaca,
Recep Birgit, Rahmi Sönmezocak, Nezih Uzel, Aka Gündüz Kutbay ve Ulvi
Erguner’den meydana gelen heyet, ayin için hazırlıklara başladı ve icranın ses
kaydı İstanbul Radyosu’nda yapıldı. Kâni Karaca ayrıca Naat-ı Mevlâna’yı okudu.
Ayinin nerede gerçekleştirileceği önemliydi. Her hangi bir salonda yapılacak
film çekiminin gerçekçi ve ayinin özüne uygun olmayacağı düşüncesindeydim. Bunun
üzerine, Abdulbaki Bey de Galata Mevlevihanesini tavsiye etti. Ancak yıllardır
kapalı olan Mevlevihane’nin açılması için izin gerekliydi.
Ankara’ya döndüm ve Eski Eserler Genel Müdürlüğü’ne başvurdum. Sn. Genel Müdür,
Mevlevihane’nin açılmasının ve ayinin gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığını,
Tekke, Zaviye ve Türbelerin kapatılmasıyla ilgili kanunun buna engel olduğunu
ifade etti. Kültür Müsteşarı o tarihte Doçent olan Profesör Dr. Bozkurt Güvenç
idi. Pes etmeyerek kapısını çaldım. Talebimi tekrarlayarak, programın bir
belgesel çalışması olacağını ve yaptığımız hazırlıkları anlattım. Bozkurt Bey
anlayışla karşıladı ve Genel Müdürü çağırarak, o güne kadar kapalı olan Galata
Mevlevihanesi’nin, hiç tereddüt etmeden, film çekimi için açılması talimatını
verdi.
İzni aldıktan sonra, yardımcı arkadaşlarımla İstanbul’a gittim. Abdulbaki Bey,
en az benim kadar mutlu olmuştu ve bu arada program metnini tamamlamıştı. Metni
senaryoya dönüştürmek, çekim planını hazırlamak, ne durumda olduğunu ve de nasıl
bir yer olduğunu görmek için Mevlevihane’ye gittim. Hayran kaldım. Yıllardır
kapalı olan mekanın temizlenmesi gerekiyordu. Bizi orada karşılayan yetkili
tedirgindi. Temizlik yaparken ve film çekimi sırasında gereken özeni
göstereceğimizi söyleyerek endişesini gidermeye çalıştım. Daha sonra
Mevlevihane’yi Fatoş ve Hüseyin’le birlikte temizledik.
Çekim için hemen hemen bütün ön çalışmalar tamamlandı ve çekim gününe karar
verdik. Çekim gününde de Abdülbaki Bey ve Saadettin Bey’in yardımlarıyla,
Postnişin ve Semazenler ayin için bir araya geldiler. Çekim için kameramanımız
İbrahim Dönmez de ekibimize katıldı. Birlikte ayinin çekimlerini tamamladık. Her
şey yolunda gitti ve Mevlevihane’ye zarar vermeden işimizi bitirdik.
Hayıflandığım yegâne husus, yakın tarihimizde ilk kez bir Mevlevihane’de
gerçekleştirilmiş olan bu ayini tek kamerayla filme almak zorunda kalmam
olmuştu.
İstanbul’daki çekimlerin dışında Konya’da gerçekleştirmemiz gereken çalışmalar
kalmıştı. Abdülbaki Bey hastalanmıştı ve zamanla yarışıyorduk. Belgeselin Şeb-i
Arus’a yetişebilmesi için 38 derece ateşi olmasına rağmen Konya’ya geldi.
Senaryoya göre, çekilmesi gereken bütün mekânları gösterdi. Programın sunumunu
Mevlana Müzesi’nin muhteşem bir sanat eseri olan kapısının önünde yaptı.
Müzedeki çekimleri de tamamladıktan sonra Ankara’ya döndüm. Kurgusunu, arkadaşım
Erol Alaçam’la bitirip zamanında yayına verdim.
Belgesel çok başarılı olmuştu.
Yayından sonra, ertesi gün, İsmail Bey’in danışmanlarından Mustafa Gürsel beni
arayarak tebrik etti ve şu bilgiyi iletti; “Bazı televizyoncular İsmail’e
gitmiş, senin bu programın üstesinden gelemeyeceğini söylemişler. İsmail buna
aldırmamakla birlikte akşam yayını izlememi ve kanaatimi belirtmemi istedi, ben
de programı çok başarılı bulduğumu söyledim” dedi.
Birkaç gün sonra, Ömer Lütfü Akad Ankara’ya gelmişti. Kendisiyle, Mustafa
Gürsel’in odasında görüştük, programı başarılı bulduğunu söyleyerek tebrik etti.
Bu düşüncesini İsmail Bey’e de anlattığını söyledi.
Bu gelişmelerden sonra İsmail Bey, yurt dışına gönderilmek üzere, filmin
İngilizce anlatımlı bir kopyasını Fono Film’e hazırlattı.
Bence belgeselin başarılı olmasını sağlayan en önemli hususlardan biri,
ekibimizin olağanüstü gayretinin yanı sıra, Abdülbaki Gölpınarlı’nın programa
katkıda bulunması, diğeri de Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in, tereddütsüz bir
şekilde, Galata Mevlevihanesi’nde ayin düzenlenmesi için verdiği izin kararıydı.
Yazıma, İbrahim Dönmez’le ilgili bir anekdotla son vermek istiyorum. Şakacı,
rahat ve hoşgörülü bir arkadaşımızdı. Mevlana müzesinin karşısındaki caminin
minaresinden bazı çekimler istedim. “Bana, bu çekimler sen de gelirsen ve kamera
sehpasını taşırsan olur” dedi. “Tamam “dedim. “Ama sen önden çıkacaksın” diye
ekledi. Kadere boyun eğip, oldukça ağır olan sehpa elimde, merdivenleri çıkmaya
başladım. Bir süre sonra ayağım kaydı. Güvercin pisliklerine basmıştım.
Minarenin şerefesine kadar giderek yoğunlaşan bu pislikleri ellerimle
temizleyerek, İbrahim’e yolu açtım. Böylece kendisinin ve kamerasının bir kazaya
uğramasını engellemiş oldum. O da bunun için önden çıkmamı istemiş. Minarelerin
artık güvercin yuvası olduğunu da bu vesile ile öğrendim.
İlginç bir tesadüf de torunu Emrah Dönmez’in Kıbrıs’ta Yakındoğu Üniversitesi
İletişim Fakültesi’nde öğrencim olmasıydı. Dede mesleğini seçmişti. Sık sık
benden bahsettiğini anlatmıştı.