Jüri, En’den Kaybediyor

Memleket festivallerinde jüriler, artık kabak tadı veren ‘en iyi’ sendromu yaşıyorlar, yaşatıyorlar.

20. Adana Altın Koza Film Festivali, ulusal uzun metraj film yarışmasında da bu ikişer ikişer ödül dağıtma mevzusu tam gaz devam etti. En iyi ne demek, birinci demek, kaç tane birinci olabilir, doğal olarak bir tane… Misal Oscar’da biz ödülleri bölüştürelim, kimsenin hatırı kalmasın, birinciliği iki aktör, iki aktris, iki yönetmen alsın diyorlar mı? Elbette hayır. Paylaştırınca jüri daha hakkaniyetli mi olur? Kesinlikle olmaz. Yarışmayı göze alan kaybetmeyi de göze alır, jürilik yapan birilerini sevindirmek veya üzmek için orada değildir. Onlar, kendilerince en iyileri seçmek için görevi üstlenirler, gönüllülük temelinde… Yani herhangi bir zorunluluk yok, illaki jüri olacaksın diye dayatan da yoktur eminim. Jüriysen hakkını vereceksin, elini korkak alıştırmayacak, en iyileri seçeceksin. Hah! Yarışmak önemli midir? Bence değildir, sanatı yarıştırmak, bence saçmalıktır. Üstelik -daha önce de çok kez yazdım- jürinin olduğu yerde adaletsizlik vardır, çünkü sinema, beğeniye dayanır, özetle başka bir jüri farklı bir sonuç demektir.

Dedik ya, bir filmi sevmek, kişiden kişiye değişir. Haliyle eleştirmenlik sübjektif bir iş, objektif olabilme ihtimalimiz ancak iki şeyde vardır, bunlar iyi filmler ve kötü filmlerdir. Aklın yolu birdir. Ortada kalan, ne iyi ne de kötü diyebileceğimiz vasat yapımlar, hepimizi zorlarlar. Neyse… Ben jüri olsaydım, ne gibi kararlar verirdim, onu anlatayım. Öncelikle En İyi Film Ödülü… Adana’da ödülü, Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nun Gözümün Nuru ve Mahmut Fazıl Coşkun’un Yozgat Blues filmleri paylaştı. Ben ödülü Köksüz’e verirdim, Yozgat Blues’da da aklım kalsa dahi… Köksüz, bu yıl Onur Ünlü’nün yönettiği Sen Aydınlatırsın Geceyi adlı filmden sonra en çok beğendiğim yapım… İlk filmini çeken bir kadın yönetmen, aileye dair çok güzel bir iş kotarmış. Şunu da belirtmek gerekir, kendi yaşamlarından, yaşadıklarından yola çıkan yönetmenler görece iyi projelere imza atıyorlar, lakin sonrasında bocalıyor, başkalarının öykülerini resmederken zorlanıyorlar. Tüm birikmişleri aynı anda kullanmak, başkaca film çekemeyeceğini sanmaktan ileri geliyordur belki. Memlekette sanata yakın, gişeden uzak film kotarmak hayli güç ve meşakkatli bir iş. Ancak bir anda değil, idareli kullanmak, yaşanmışlıkları her filme dağıtmak da mümkündür, aksi takdirde yanardönerli karışık kokteyl oluyor, basit ve öz ıskalanıyor. Mevzuya geri dönelim. Yozgat Blues, oyunculuklarıyla, senaryosuyla olmuş bir film, Uzak İhtimal’i pek sevmemiştim, bunu çok sevdim. Gözümün Nuru, insanı içine alan, üzücü bir hikayeyi, sevince ve umuda çeviren, sinema tutkusuyla yoğrulan, belgesel tadında, canlandırma kıvamında bir film. Tam tekmil kurmaca ve tonaj olarak ağır olan Köksüz ve Yozgat Blues ile yarıştırmazdım. Elbette kişisel görüşümdür, belirteyim.

Evet, gelelim Yılmaz Güney Ödülü’ne… Deniz Akçay Katıksız’ın Köksüz filmi kazandı bu ödülü. Yılmaz Güney, sinema kadar siyaset de demek. Ödülü siyasi filmlerden birine verirdim, hem en iyi film olması gerektiğini düşündüğüm Köksüz’e, hem de siyasi olup bu ödülü alamayan diğer filmlere yazık. Sırada en iyi yönetmen ödülü var. Sadece Türkan Şoray Umut Veren Genç Kadın Oyuncu Ödülünü alan Deniz Hasgüler’in dışında Jin’in herhangi bir ödülü yok. Ama en iyi yönetmen ödülü Reha Erdem’in… Senaryo, kurgu, oyunculuk vs. olmadan en iyi yönetim nasıl olur? Bence olmaz. Film Yön En İyi Yönetmen Ödülü: Mahmut Fazıl Coşkun (Yozgat Blues) ve Atıl İnaç (Daire) arasında paylaşıldı. Yine iki ödüle itirazım olsa dahi, Mahmut Fazıl Coşkun veya Daire gibi etkileyici bir film yaratan Atıl İnanç’a ödülü verirdim. Daha mantıklı ve anlamlı olurdu, kesinlikle.

En iyi senaryo ödülü; Hakkı Kurtuluş-Melik Saraçoğlu (Gözümün Nuru) ve Tarık Tufan-Mahmut Fazıl Coşkun’a (Yozgat Blues) gitti. Hallice bir öğrenci projesi olan, yaşanmış bir mevzuyu yeniden aynı insanlarla çeken, araya da sinema sevdasını katan Gözümün Nuru yerine, ödülün sıfırdan yaratılan Yozgat Blues’a gitmesini isterdim.

En iyi kadın oyuncu ödülünü Ahu Türkpençe ve Lale Başar (Köksüz) bölüştüler. İkisi de rollerini iyi sırtlamış, ancak festival jürisinin görmezden geldiği ve sinemamızda pek rastlanılmayan kentli insan öyküsü anlatan Hayat Boyu’nun kadın oyuncusu Defne Halman’ın cesur rolünü görmezden gelmez, madem iki oyuncuya ödül gidiyor, bir üçüncüsü niye olmasın diyerek, ona da ödül verirdim. En iyi erkek oyuncu ödülünü kazanan Ercan Kesal’a (Yozgat Blues) hiç itirazım yok, doktor, senarist, edebiyatçı, oyuncu… Adam yetenek abidesi gibi beyler, bayanlar…

Diğer ödülleri de tek tek irdelemeyelim artık, dediğim gibi bana katılmak zorunda değilsiniz, 12 filmi de seyrettim, bu yıl Altın Koza’da yarışan filmleri önceki yıllara oranla daha iyi buldum. Hadi Baba Gene Yap, Yarım Kalan Mucize, Soğuk ve Lal’i beğenmedim. Daire, Eve Dönüş Sarıkamış 1915, Hayat Boyu, Reha Erdem’in en beğenmediğim filmi olmasına karşın Jin vasatı aşan projeler idi. Çanakkale Yolun Sonu’nun 12 filmin arasında ne aradığına ise anlam veremedim. Ve Çanakkale Yolun Sonu, gitti seyirci ödülünü aldı, gişeye yakın film, izleyicinin beğenisini kazanıyor, haliyle bu dikkat çekici bir durum. Sanat filmlerine alışık festival seyircisi dahi gişe filmini seviyorsa, halkın sesine kulak vermek, sanatla gişeyi harmanlamak gerekiyor sanırım. Yoksa yoğun emek harcanan, maddi problemler yaşanılan ve güç koşullarda çekilen pek çok film sadece festivallerde gösterilir, bırak beyazperdeyi, DVD yüzü bile göremez. Yazık olur.

ALPER TURGUT
İNSANHABER.COM
25 Eylül 2013