Film Festivallerinde Jüri Olmak!...

Hüseyin Kuzu

Adana ve Antalya Film Festivalleri yaklaşıyor. Festival ön ve asıl (nedense “büyük” denir!) jürilerinin seçimi ve çalışması her zaman sinemanın yakın izler çevresi tarafından merak edilen bir konudur. Bu yazımda biraz magazinsel de olsa bu konudaki geçmiş deneyimi yazmak istiyorum. (Amacım jürilerin kuruluş ve işleyiş mantığı hakkında bilgi vermek. O yüzden mümkün olduğu kadar isim ve tarih vermekten sakınacağım)

İlk jüri deneyimim yıllar önce bir ön jüride olmuştu. Şimdilerde böyle değil ama o zamanlar hep ağır ve yaşlı sinemacılar veya resmi yetkililer jüri üyesi olurdu. O yıllarda, ön jüri de olsam galiba festivaller tarihimizin en genç jüri üyesi oldum. Okuldan mezun olalı daha birkaç yıl olmuştu. Aslında bir jüri üyesi son anda işi dolayısıyla gelemediği için ben çağrılmıştım. Ama üyeliğime kimse itiraz etmemişti, çünkü 1980’li yılların ortaların çıkan tek sinema dergisi Film Market’in editörüydüm. Jüri başkanı da okuldan bir hocamdı. Sektörü güncel olarak çok yakından takip ettiğim için, Hocam, “İyi ki sen geldin” diyor, jürideki herkes jeneriklerdeki isimleri bana soruyordu. 35 filmi 12’ye indirecektik. Oylama ve tartışmalardan sonra 11 film seçtik. 12. film için iki aday vardı. Her iki filmin yönetmeni de aynıydı. Her iki film ana ödüllerde yarışacak gibi gözükmüyordu. Jürinin de, hangisi gitsin, diye net bir fikri yoktu. Ben, önerdiğim film için, “Onu gönderirsek, “Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü” için yarışabilir”, demiştim. Onu gönderdik ve (rahmetli) Engin İnal o ödülü almıştı. Olay kulağına gitmiş. Ödülü aldıktan sonra yanıma gelmiş, “Dikkatin için çok teşekkür ederim” demişti.

Jüri üyesi seçimleri her zaman tartışmalıdır. Beş-on sene öncesine kadar jüriler sinema kurumlarından gönderilen birer temsilciden oluşturulurdu. Bu festival yönetimlerini rahatlatan ve dışarıdan “demokratik” bir yöntem gibi anlaşılsa da, aslında pek de öyle değildi. Çünkü o yıllarda kurumlar içinde festivale yakın olan kurum(lar) pekala da jürinin oluşumu ile oynayabiliyordu. O yıllarda Bakanlık da festivallere1-2 kişi gönderiyordu. 90’lı yılların ortalarında Adana’da ipin ucu iyice kaçmıştı. Jüri üyesi sayısı yanlış hatırlamıyorsam 13-17 kişiye kadar çıkıyordu. İşin tuhafı tüzükte, jüri üyeleri değerlendirme gününe kadar kendi aralarında filmler hakkında konuşamazlar, diye tuhaf bir madde de vardı. Tabi bunu uygulamak mümkün değildi.

Bu (demokratik!) yöntemin en büyük sakıncalarından birisi, bir kurumdan gelen temsilcinin, (örneğin yönetmen, yapımcı veya oyuncu) temsilcisi olduğu kurumun diğer üyeleri tarafından jüride bir Truva atı gibi algılanıyor olmasıydı. Sanki o temsilci yarışmada bazı filmleri manevi hamisi olmak zorundaydı! Şüphesiz böyle bir şey olamazdı. Ama bu yüzden de büyük bir gerilim olurdu. Herkes böyle düşündüğü için de jüriler Adana ve Antalya’da hep ayrı bir otele alınırdı. Sektör insanları jüri ile bir araya geldiğinde, ya juri onlara mesafe koyar, ya da sektör insanları dedikodu olmasın diye, göz önünde jüriye yaklaşmazdı.

Ön jüriler genellikle İstanbul’da film seçer. Yıllar sonra bir kez daha Antalya için ön jüride olmuştum. Asıl jüri çalışırken biz de davetli olarak Antalya’da idik. Jüri başkanı (rahmetli) Ünsal (Oskay) Hoca idi. Ünsal Hoca hem titizliği hem de merakı yüzünden her seanstan sonra lobide beni bir kenara çekip, filmlerin bütün kategorilerinde yarışanlar hakkında bilgi alıyordu. Sektörden gelenler de aynı oteldeydi. Meğer herkes uzaktan bize bakıp, Hoca ile ne konuştuğumu merak ediyormuş. Ünsal Hoca ile ne konuşulmaz! Ama biz o günlerde daha çok “toprak kültürü” konuştuk. Hoca bana Bodrum’daki yazlığını, sebzeleri nasıl haşerelerden koruduğunu anlatıyordu. Ben de çocukluğundan kalan anılarımla ona katılıyordum! O’nun yanından kalkınca herkes (çaktırmadan) bana yanaşıp bir şeyler sormaya çalışıyordu. Kimseye sebzeleri, danaburnu veya köstebekleri konuştuğumuza inandıramıyordum!..

Jüri için kurumlardan birer üye istemenin bir sakıncası da jürilerin yazın seçilmesi idi. Yazın herkes tatilde olduğu için jüri üyesi bulmak zor oluyor, bu yüzden bazı kurumlar ortada kim varsa gönderiyordu. Bir diğer sakınca da “onore edilen eski tüfek” üyelerdir. Kurumlar büyük bir iyi niyetle “eski tüfek” üyeleri gönderiyor, onlar da sevinçle gidiyorlardı. Ama sinema da çok değişmişti. Dolayısıyla diğer jüri üyeleri, onun “ne biçim film bu ya, siz anladın mı bir şey!” demesini dinlemek zorunda kalıyordu. Hatta bu üyelerin bazı ödül adları bazen jüriyi çıldıracak noktaya bile getiriyordu!

Jüriden durma alışkanlığı hala vardır. Oysa zaman değişti. Birkaç yıl önce Adana’da herkes aynı otelde kalıyordu. O yılki jüri de kendisinden çok emin ve ilk gün herkesin içine dağılıverdi. Herkes biraz şaşırdı ama en dedikodusuz yıllardan biri oldu.

Jürilerin genel olarak iki tür çalışma tekniği vardır. Çoğunlukla “demokratik oylama” yapılır. Diğeri ise, o ünlü filmin adından bir gönderme yaparak söylersem “12 Kızgın Adam” tekniğidir. Burada bir üye yalnız kalsa bile, jüri onun önerisini sonuna kadar tartışmaya açıktır. Katıldığım jürilerde çok tartışma oldu ama bu teknik hiç kullanılmadı. Sanırım kimse göze alamıyor. Mesela bir yıl Oscar’a film gönderen yaklaşık 25 kişilik bir jüride idim. Hem jüri kalabalıktı hem de 42 film vardı. Başkan doğal olarak, herkes birer film önersin, dedi. İlk oylamada 3 film açık ara diğerlerinde koptu. Demek ki bu üç filmi konuşacağız, diye bir durum vardı. Fakat Başkan yine de ısrarla, “bu üç film dışında ‘ille de benim önerdiğim film’ diyen varsa o üyenin konuşmasına açık olalım mı?” diye oylama yaptı. Yöntemi herkes kabul etti ama bu imkanı kullanan çıkmadı!

Kalabalık ve demokratik oylamalı jürilerde bazen öyle sonuçlar çıkar ki jüri üyeleri bile şaşırır. Oysa sonuç ortaya çıkınca, itiraz edecek bir duyguya kapılınır ama iş işten geçmiş gibidir. Gizli bir şeyler döndüğü için değil, sonuç sadece “kendiliğinden” (yani ideolojik olarak) öyle olmuştur!

Jürinin kendini abluka altında hissetmesi bazen jüri üyelerini sürekli bir arada olmaya da zorlar. Bu durumda, çevre gibi, jüri de kendi içinde bir baskı ortamı geliştirir! Odadan yemeğe biraz geç insen, “neredesin ya?” denir! Bu durumda, “birkaç yapımcı ve yönetmenle odamda konuştuk” diye bir espri bile yapamaz insan! Toplu bir geziye filan gitmezlik hakkın neredeyse yoktur! Hatırlıyorum. Bir keresinde Menderes Samancılar Antalya’da gelip kulağıma, “Ağa gel, kebap yemeğe kaçalım” dedi. O, eşi ve ben, gizlice, otelin o lüks yemeklerinden kaçıp kebap yemeğe gittik. Jüriye yakalanmamak için otelin önündeki beyaz arabaya telaşla bindim. Fakat yolda sanki bütün yollar bize açılıyordu. İndiğimde fark ettim ki araba emniyet müdürlüğünün bir arabasıymış. Meğer bir akrabası O’nu kebap yemeğe davet etmiş, Menderes de beni yanına almış. O gece yemekte insan kaçakçılığı üstüne yapılan bir muhabbet yıllar sonra bir senaryo yazımında çok işe yaradı!
Şüphesiz jüriler lüks ağırlanıyordu ama resmiyet bizi en iyi kebap yapan sokaktaki seyyar kebapçıya veya ayaküstü yenen tatlıcıya götürmeyi hiç düşünemiyordu. Bizde okul çocukları gibi kaçıp gidiyorduk!..

Bazen de bilerek veya bilmeyerek jüri ağır bir mesai altına girer. İstanbul Film Festivali’nde bir yıl Fibresci üyesi olarak ve mecburi olarak yerli ve yabancı iki jüride oldum. Bu yüzden 15 gün içinde 45 film seyretmek zorunda kaldım. Üstelik jüri yerli filmleri seyirci ile birlikte izliyordu. Ve ilk filmin kadrosu, kulis için, biz salona girerken adeta bir koridor oluşturmuştu. Diğerleri de ertesi matinelerde o ekibi aynen tekrarlayınca jüri çok hırpalanmıştı. Her ne kadar yanlarında rehber olsa da, arada yabancı jüri üyelerine de mihmandarlık yapmak bir başka (gönüllü edinilen) görevdir.

Resmi gezi programı da genellikle bilinen bir programdır. Fakat ben Adana Hilton’un karşısındaki, eski çarşıya tek başıma kaçıp gitmeyi çok severdim. En son, 4 yıl önce, “Manzarayı bozuyor, kaldırılmalı..” tartışması vardı. Çarşı hala orada mı bilmiyorum. Ama ben oraya her gün sigara, vs. almak için kaçıyordum. İlk bakkal bozması büfede sigara vardı ama ben o derme çatma çarşıyı hep geçerdim. (Hala varsa gidin görün. Yılmaz Güney veya Umut’ta “Cabbar” oralarda bir yerdedir!)

Her jürinin kendine özgü bir oluşumu ve öznelliği vardır. Hatırlıyorum, bir yıl biz görece “gençler” ve “yaşlılar” arasında alttan alta bir sürtüşme olmuştu. Bu bir anlamda da eski ve yeni sinema anlayışının çatışmasıydı. Bu yüzden yaşlı jüri başkanımız, daha önce bize birkaç kez çok konuştuğumuzu söylediği için, bir toplantıyı, “Eh gençler, hadi başlayın o zaman konuşmaya!” diye açtı. Ne olursa olsun, jürideki bu tür negatif enerji birikimleri değerlendirmelere de yansır. O yıl “12 Kızgın Adam” gibi olmasa da filmleri tek tek epeyce tartışıp ödülleri belirliyorduk. Biz “gençler” büyük ödüller konusunda ağırlığımızı koyup ortadaki kararsızları yanımıza alınca “yaşlılar “ sinirlendiler. Biz de açıkçası diğer ödüller konusunda fazla asılmadık!

Jüride alttan alta biriken kutuplaşmalar, değerlendirmeler sırasında bazı savrulmalara da neden olabiliyor. Mesela “Uzak” filminin başrolünde oynayan Muzaffer Özdemir için böyle bir şey olmuştu. En İyi Erkek Oyuncu adayları için konuşmaya başlarken bir üye çıkıp, doğal olarak, “Tabi ki Uzak’taki rolüyle Muzaffer…” dedi. Herkes ilk anda ona “şüphesiz ki Muzaffer” diye öyle bir kafa salladı ki, gören de sanki başka konuşulacak aday kimse yok sanabilirdi. Fakat öyle olmadı. Daha sonraki aday yavaş yavaş biriken negatif enerjiyi de arkasına alıp öne geçti. O rol de iyi bir performanstı (ama, bence en iyisi değildi.) Ben en azından ikisinin yeniden konuşulacağını sanıyordum. Muzaffer unutulmuş gibiydi. Ben de, “İyi ama az önce neredeyse herkes Muzaffer konusunda hemfikir idik, İkisini yeniden tartışmayacak mıyız?” diye ortaya söyledim. Ama öfkesi birikmiş “yaşlı” bir üye, “Ya O da ne yapıyor ki? Koltukta oturup duruyor!” dedi. O kategori için oylamada çok azınlıkta kaldık. Ama Muzaffer o rolüyle Cannes’de en iyi erkek oyuncu ödülünü aldı! O zaman bizi desteklememiş bir üye, o günlerde İstiklal Caddesi’nde bana rastlayınca, “O gün sizi dinlemedik ve baltayı da taşa vurduk!..” dedi!

Bazen bazı filmlerde festivallerin yarışma tüzüklerini aşan enerjiler de vardır. Mesela, “Sır Çocukları” filminde oyunculara zaten ödül vermiştik ama kalabalık çocukların performansı da çok iyiydi. Özel ödülü “toplu” verelim, diye önerdim. Jüri heyecanla kabul etti. Toplantıdan yönetime telefon ettik. Festival yönetimi karar aldı ve o yıl sadece o filmin çocuk oyuncularına toplu bir özel ödül verdi. Benzer bir olay da Pelin Esmer’in “Oyun” adlı belgesel filmi için olmuştu. Tüzükte bir sınır olmadığı için, o belgesel film, dramatik filmler arasında yarışmak için gönderilmişti. Festival yönetimi de kararı bize bırakmıştı. Cannes’da yarışan “9/11” örneği ortada iken, biz de filmi tereddütsüz yarışmaya kattık. Hatta filme bir de özel ödül verdik. Ama özel ödül için para ödülü yoktu. Toplantıdan Başkan’ı arayıp o ödüle de “40 bin” lira ödül verilmesini önerdik. Kabul edildi. (Hatta Başkan’la görüşen jüri üyesi arkadaşımızın telefonundan Başkan’a jürinin alkışını bile gönderdik!) Son gece, ödül heykeli, beraberinde para ödülü verildiği de söylenerek verildi. Bilindiği gibi para ödülleri festivalden birkaç hafta sonra (hatta aylar sonra!) veriliyor. Sonra duydum ki, Pervin Esmer’e “para bitti.” denmiş ve para ödülü verilmemiş. Üstelik P.Esmer para ödülüne güvenerek, filmin post-prodüksiyonuna bazı harcamalar da yapmış ve zor durumda kalmış!..

Jüriler ve kent/festival yönetimleri arasında bazen gerilimler de olur. Bir seferinde, ödül dağıtım salonuna girdiğimizde, jüriye önden üçüncü sırada yer ayrıldığını görmüştük. Çünkü kentin ileri gelenlerinden ön iki sırayı kapmıştı! Hatırlıyorum, önde yürüyen (rahmetli) Erdoğan Tokatlı çok kızdı. O gün E. Tokatlı’nın bir festival yöneticisine söyledikleri bir ders gibiydi. “Bakın. Jüri demek, geçmiş ve geleceği ile bu kentin bizi buraya çağırıp, bizim adımıza bu ödülleri belirle ve ver. Peki bu insanlar kim? Vali de olsa belediye başkanı da olsa onlar geçici süre için seçilmiş yöneticiler. O yüzden bizi buraya davet eden bu kent iradesinin arkasında oturacaklar” mealinde bir nutuk attı. Ve bize sormadan, “Hemen bu işi çözün, yoksa jüri törene katılmayacak” dedi. Neyse, daha salona yeni yerleşen davetlilere çaktırılmadan durum ayarlandı!..

Eskiden jüri olarak gittiğim kentlerde monoton komiklikler de oldu. Mesela vali, belediye başkanı, vb.lerinin verdiği davetler veya akşam yemeklerinde, herkes kendi adına, mutlaka yemelisiniz diye bize Adana Kebabı yedirmiş, bir hafta sonra bütün jüri kabız olmuştu. Fakat büyük kentlerde itiraz edilen bu olay Mardin’de hoş bir espri konusuydu. Orada, “yemeğe nereye gidiyoruz?” diye bir soru yoktu! Başka şansımız yoktu ve şüphesiz yine “Kebapçı Yusuf Usta”ya gidecek ve yine kebap-ayran yiyecektik! Ama kimse de buna itiraz etmiyordu!..

Yıllar önce Adana’da bir festival yöneticisi, “Bu yıl ilk olduğu için halk jürisini çok dağınık insanlardan seçtik. Ama gelecek yıl onları şu şu demokratik örgütlerden seçeceğiz” deyince, ben de “Aman ha, yine karışık seçin, yoksa o dediğin yerlerden gelen insanlar şu şu gazeteleri ve oradaki şu şu sinema yazarlarını okudukları için sonuçlar baştan belli olur” demiştim. Jüri seçimi bu yüzden önemli…

Yazım, yukarıda da söylediğim gibi jürilerin seçimi ve işleyişi ile ilgili. Fakat jüri seçimleri son yıllarda festivallerimizin küresel değişime paralel olarak (başka bir yazı konusu!) da değişiyor. Fakat bazen ipin ucu iyice kaçıyor. Bir sapma yıllar önce Antalya’nın neredeyse tüm organizasyonunu Türsak Vakfı’na ihale etmesiyle oldu. O yıllarda (ön ve asıl) jüriler vakıf tarafından belirlendi ve her yıl sonuçlara çok itiraz oldu. Antalya Belediyesi el değiştirince vakıf uzaklaştırıldı ama küresel etkinin izleri kaldı. “Kırmızı halı” onlardan biridir… Benzer şey (aslında!) birkaç yıldır Adana’da da yapılıyor ama itirazlar şimdilik sektör içinde kalıyor. Bu cümlelerimin biraz kapalı kaldığı söylenebilir. Evet, bunu uzun uzun yazmak gerekir. Ama bazen bir örnek anlatmak bütünü anlatmaya yetebilir. Birkaç yıl önce, Antalya’nın sonuçlarını çok merak eden bir öğrencimle bir masaya oturup, bir kağıda jüriyi ve filmleri yazdık. Üç-beş dakika konuştuktan sonra bir liste çıkardım. Ertesi gün gördük ki asıl ödüllerin çoğunu tutturmuştum. Öğrencim buna çok şaştı. Hatta kuşkuyla karşıladı! Oysa küresel/bölgesel sinema beğenilerinin (bir anlamda ideolojik) jüri seçme mantığı, seçilenlerin bunlarla biçimlenmiş sinema anlayışları ve filmleri hakkında fikri olan birisi listeyi rahatça yapabilir. Hiç kolay değil ama bilince kolay!.. Yoksa Avrupa festivalleri için ürettiğimiz filmleri Oscar’a neden göndermememiz gerektiğini birbirinden ayıramayız!

Jüri olmak, bir araya gelen jürinin oluşumuna bağlı olarak, bazen keyifli bazen de sıkıntılı birkaç gündür. Bazıları, “Oo, yiyip için film seyrediyorsunuz” dese de hiç de öyle değildir. Her gün en az 2-3 film seyretmek, not tutmak, adil olmak kaygısı, eleştirilere açık olmak, vb. şeyleri de göğüslemeye hazır olmak demektir.

Hüseyin Kuzu


Not: Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, ticari amaç dışında, dileyen herkes tarafından izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir.