Saraybosna Yürüyüşü




Yapım Tarihi - 2016
Süre - 01:24:00
Format - Belgesel, Renkli, Türkçe

Yönetmen - Ersan Bayraktar
Senarist - Ersan Bayraktar
Görüntü Yönetmeni - Caner Aytepe, Ercan Bayraktar, Anıl Evre
Kurgucu - Ersan Bayraktar
Özgün Müzik - Gökhan Altındirek
Yapımcı - Volkan Süfürler
Yapım Şirketi - Nokta Film
Dünya Hakları - Kukuleta Film

Oyuncular - Beli Şefik Taloviç, Eset Muraçeviç, Amela Çengiç, Edis Kolar, İsmeta
Tunoviç, Dedo Esad Pozder

Saraybosna Yürüyüşü, 1992-1996 yılları arasında gerçekleşen modern savaş
tarihinin en uzun kuşatması olan Saraybosna Kuşatması'yla ilgilidir. Belgesel,
kuşatmadan yirmi yıl sonra Saraybosna sokaklarında yürüyüşe çıkarken, bizler
savaşın yol açtığı travmalara tanık oluruz.

Film, Saraybosna Kuşatması’nı 20 yıl sonra 10 farklı karakterle çıkılan bir
yürüyüş üzerinden anlatır. Kamera Saraybosna sokaklarında gezinirken bizler de
savaşın hâlâ devam eden izlerine tanık oluruz. Sırplar, son sürat çıkarmayı
planladıkları savaşa hazırlık yaparken, Boşnaklar, her şeye rağmen, Saraybosna
sokaklarında barış yanlısı gösteriler yapıyordu. Saldırıların artması üzerine
Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı, 20 Haziran 1992’de resmen savaş ilan etti. Üç
buçuk yıl süren savaşta binlerce insan hayatını kaybetti. Bosna Savaşı dünya
kamuoyunda Bosna halkına yapılan zulümle gündeme gelir. Fakat Avrupa’nın en
büyük dördüncü ordusuna karşı el yapımı silahlarla kazanılan destansı zafer göz
ardı edilir. Saraybosna Yürüyüşü bir zulmün değil, bir zaferin öyküsüdür.

37. İstanbul Film Festivali, Ulusal Belgesel Yarışması, Finalist. 2018




Kaynak
İstanbul Film Festivali
sabahulkesi.com








ERSAN BAYRAKTAR İLE SARAYBOSNA YÜRÜYÜŞÜ

Ersan Bayraktar 1990 İstanbul’da Bosna göçmeni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya
geldi. Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümünden mezun oldu. Üniversite
yılları boyunca kısa film projelerinde yönetmenlik, görüntü yönetmenliği yaptı.
Televizyon kanallarında ve medya kuruluşlarında görüntü yönetmeni, yönetmen
yardımcısı, editör kameraman olarak çalıştı. Uluslararası belgesel projelerinde
ve reklam filmlerinde kamera operatörlüğü ve görüntü yönetmenliği yaptı. „Saraybosna
Yürüyüşü“ isimli ilk uzun metraj belgesel projesini çekti. Film dünya
prömiyerini Sarajevo Film Festivali’nde yaptı.

Her şeyin çabukça tüketildiği, unutulduğu, “retroya” dönüştüğü bir zamanda, bu
belgeseli yapmaya sevk eden saikler neler oldu?

“Retro” dediğiniz zaman benim aklıma Yugoslavya geliyor. Turkiye’de doğdum.
Fakat genç yaşında dilini dahi bilmediği bir ülkeye gelin olarak gelmiş,
çocukluğunu ve gençliğini Komünist Yugoslavya Cumhuriyeti’nde geçirmiş Müslüman
bir annenin çocuğuyum. Ailemin bir bölümü de Saraybosna’da yaşıyor. Ailesinin
yaşadığı şehrin kuşatıldığını ve sivillerin katledildiğini televizyondan izleyen
genç bir anneyi düşünün. Onun hissettiği dizginlenmesi zor duygunun ve ızdırabın
evladına geçmemesi söz konusu olabilir mi? Savaş sonrası Saraybosna’da geçen
çocukluk yıllarımda savaş tanıklarının dizlerinin dibine oturur, anılarını
dinlerdim. İşte o nesil, kendilerine yapılan katliama sabrederek ve direnerek
yakın tarihe isimlerini kahramanlar, gaziler ve şehitler olarak yazdılar.
Çocuklarına ise zafer öyküleri anlattılar. O insanların evlatları olarak bize
düşen de bu öyküleri anlatmak.

Savaşı büyük bir anlatı yerine, insanın hikâyesiyle anlatmanızın sebebi nedir?

Biz, insanlığın eli kolu bağlanmış gibi izlemekten başka hiçbir şey yapamadığı
bir çağda, onları koltuklarından kaldıracak şeyler izletmeyi amaçladık. Savaş
yaşadığımız her anın içinde mevcut. Bosna Savaşı 1996’da dayatılan Dayton
Anlaşması ile son bulmuş bir savaş değildir. Bosna Savaşı kahramanlarının içinde
hâlâ devam eder. Biz Saraybosna Kuşatması’nı tanıklarının üzerindeki izleri
takip ederek aramaya başladık. Bu izler bizi savaşın özünde ne olduğuna dair
düşünmeye itti. Büyük bir anlatı yerine savaşın ne olduğunu halkta görmeyi
umduk. Biz gidip yabancı bir ülkede tanımadığımız insanlarla film çekmedik.
Ailemizin, dostlarımızın hikâyesini anlattık.

Hikâye nasıl belirlendi ve bu 10 kişi nasıl seçildi?

Saraybosna’dayken elimizden gelen tek şeyin yürümek ve dinlemek olduğunu fark
ettik. Hayatları ve yolları kesişen kahramanlarla bir yürüyüşe çıkmıştık.
Saraybosna Kuşatması’nın ilk kurşunu Bağımsızlık Referandumu sonrası yapılan bir
yürüyüş esnasında atılmış ve bu kurşun Dubrovnikli Tıp Fakültesi öğrencisi Suada
Dilberovic’e isabet etmişti. Savaş bir yürüyüşle başlamıştı. Film de Saraybosna
sokaklarında bir yürüyüşle başlıyor. Yürüyüşle devam ediyor ve bitiyor. Bu
yüzden filme Saraybosna Yürüyüşü ismini verdik. Filmin ön araştırmaları
sırasında Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı köprüde savaş kitapları satan
Nermin Boşnjak isminde bir genç ile karşılaştık. Kendisi ile biraz sohbet ettik.
Bu gencin Tarih Bölümü Yüksek Lisans mezunu Bosnalı bir genç olduğunu ve
babasının da savaş gazisi olduğunu öğrendik. Hikâyesi bizi etkiledi ve
profesyonel bir yürütücü yapımcı bulmak yerine bu işi Nermin’e teklif ettik.
Kendisine savaşın en önemli olaylarının ve cephelerinin listesini verdik. Zaten
kendisi de konuya tam anlamıyla hâkimdi. Kuşatmanın en önemli olayların
tanıklarını kısa bir süre sonra buldu. Bosna ordusunda savaşmış Saraybosnalı bir
Sırp olan Dragan, Avdo Hüseinović, Esed Muraćević ve Savaş Mağduru Kadınlar
Derneği Başkanı Bakira Hasećić bu konuda bize yardım ettiler. Bir çok savaş
tanığı ile yapılan görüşmeler sonrası bu 10 kişi belirlendi.

Festivalde Uluslararası tepki nasıldı? Türkiye ve dünyada başka nerelerde
gösterilecek?

Filmin dünya prömiyerinin Sarajevo Film Festivali’nde gerçekleştirilmesi bizim
için çok önemliydi. Güzel tepkiler aldık. Birçok ülkeden yapımcılar ve basın
mensupları filme ilgi gösterdi. Filmin uluslararası festivallerde gösterilmesi
için çalışmalarımız devam ediyor.

Anlattığınız hikâyelerin hepsi insanın canını acıtıyor. İçinde sizi en çok
etkileyen bir parça var mı?

Üç çocuğu ve kocası şehit olan Sajme Hamziç: “Şarapnel parçası kocamın
beyinciğine isabet etmiş. Kafatasını parçalamış. Kafasının arkası açılmış beyni
görünüyor, bembeyaz. Afedersiniz, beynin o kısmı beyaz olur.” diyor. “Beynin o
kısmı beyaz olur.” Bu söz, bu bilgi her ne derseniz deyin, beni çok etkiledi.
Bir de üzerine “Biriyle selamlaşacak kadar aklım kalsın diye dua ettim.’’ diyor.
Bu kadın hangi aklı hangi mantığı kullanarak tutunabilir hayata? Hayatını
izlerken görüyoruz ki bu kadın Allah’a sığınmış, hamd ediyor. Olayın ne kadar
mantıklığı olduğu veya o durumda yapılması gerekenin ne olduğu kimin umurunda.
Bu hikâyenin, kahramanını yücelttiği konuma bakar mısınız? Ne kadar gayret bizi
bir hikâyede bu kahramanın eriştiği yere eriştirebilir? Hikâyemiz bir kitap gibi
okunsa, bir film gibi izlense bu karakterin yanında kim oluruz? Herhangi bir
durumda aklımızı ve mantığımızı kullanarak doğru olan kararı vermeye
çalışıyoruz. Ziba Jazic gözleri önünde kocasının boynu kesilmiş, tecavüz mağduru
bir savaş kahramanı. Burada hangi aklı hangi mantığı kullanmak gerekir? Bu
hikâyedeki zulüm modern dünyanın adalet terazisinin ve aklının ürünüdür. Bu
kahramanlar bize, hikâyemizde Güzel’e ulaşmak niyetiyle amel etmeyi öğretti.
Elbette adalet para babalarının emrindeki mahkeme salonlarında değil, insan
olmanın derinliklerinde aranacaktır. Hüküm Allah’ındır. Biz hikâyenin
zerreleriyiz. Zerre olarak neyi sever neye meyledersek onunla beraber olur o
hikâyeyi yaşarız. Bu kahramanlar bize gösterdi ki kısacık hayatımızda bize kalan
tek şey hikâyemiz.

Burada anlatılan hikâye bir kahramanlık hikâyesidir. İnsan dostunun güçsüz ve
acınası bir Hâlde görünmesini ister mi? Tabii ki çekimler sırasında çok fazla
gözyaşı döküldü. Filmin içinde yer almayan çok daha ağır sahneler vardı. Ama
bunlar dostlar arasında sır olarak kaldı. Film sadece bu dostluktan seyirciye
düşen küçük bir pay. Kim isterse görmezden gelsin. Allah her şeyi biliyor. Allah
dost ülkelerden Bosna’ya yardım edilmemesi için çabalayan zalimleri biliyor.
Allah Srebrenica’yı güvenli bölge ilan edip Boşnak Halkı’nı silahsızlandıran ve
sonra Sırplara teslim edenlerin kim olduklarını biliyor. Saraybosna havaalanında
şehre erzak götüren halka spot ışıklarını tutarak Sırplar tarafından kolayca
katledilmelerini sağlayan Fransız askerlerini, “Macaristan’a karşı çıkacak bir
savaş için tatbikat yapıyoruz” yalanı ile Yugoslav Halkı Ordu’sunu ele geçirerek
Saraybosna’yı kuşatanları, tüm dünyanın katliamı canlı yayında nasıl izlediğini
ve kimlerin sustuğunu Allah biliyor. Allah Bakira Hasećić’in millet gözetmeden
savaş mağduru kadınların hakları için verdiği mücadeleyi ve onu durdurmaya
çalışanları biliyor. İçimizi acıtan birşey varsa o da bizlerin içine düştüğü
vefasız ve riyakâr hâldir. Peki acaba toprağın altında yatan şehitlerimiz bu
vefasız ve riyakâr hâlimiz için ne düşünüyor? Yoksa onlar için haşa “ölü” mü
diyeceğiz?
Dünyada savaşlar hâlâ devam ediyor, hâlâ uluslararası merciler doğrudan müdahale
edemiyor ve olan biten savaşı yapanlardan çok sivillere, masumlara oluyor. Fakat
savaş esnasında ve akabinde, bir türlü de olsa hayat devam ediyor. Bu nasıl
oluyor? İnsanlar nasıl tekrardan hayata tutunabiliyor ya da aksi de oluyor mu?

Dedo Pozder’in dediği gibi “İnsan her koşula alışıyor.” Saraybosna Kuşatması 3,5
yıl sürdü. 10 bin kişi öldürüldü. 56 bin kişi ağır yara aldı. Her gün ortalama
329 bomba şehri vurdu. 22 Temmuz 1993 tarihinde bir günde 3777 bomba atıldı.
Saraybosna Halkı tüm bu koşullara rağmen hayata tutundu. İnsanlar yaşayabilmek
için işlerine devam etmek zorundaydılar. İsmeta Tunoviç gibi öğretmenler bodrum
katlarında eğitim ve öğretime devam ettiler. Kadınlar uzun su kuyruklarına girip
evlerine su taşıdılar. Su kuyruklarında birçok insan hayatını kaybetti. Çocuklar
sokaklarda savaş oyunları oynadılar. Erkekler ise cephede savaştılar. Şaban
Begoviç cephede olmanın şehirde olmaktan daha kolay olduğunu söylüyor. Cephede
en azından silahınız var ve kendinizi savunabiliyorsunuz. Oysa sokaklarda birçok
kişi sniperların hedefi oluyor. Yüksek yerlere mevzilenmiş birçok sniper yaşlı,
kadın, çocuk demeden herkesi vuruyor. Şehrin en önemli noktaları bombalanıyor.
Markale Pazarı’nda 2 büyük katliam yaşandı. Uydudan yeri belirlenerek bilinçli
bir şekilde pazar yeri vuruldu. Siviller defalarca hedef alındı. Sırp kuvvetleri
için Saraybosna’da hareket eden her canlı düşmandı. Grbavica’da ve daha birçok
bölgede mahsur kalan insanların başlarına geleni artık biliyoruz. Savaş
sonrasında bir çok yara taze olduğu için herşey konuşulamıyordu. Fakat artık
herşey açık seçik ortada. Köy yerlerinde erkekler kamplara gönderildi ve
askerler komutanlarının emri ile sistematik tecavüzlere başladılar. Dünya
kamuoyu tüm olanlara sessiz kaldı. Nato askeri “tarafsızlık” ilkesiyle Bosna
Halkı’nın öldürülmesine göz yumdu. Sırplar Avrupa’nın en büyük dördüncü ordusuna
sahipken, silahsız ve savunmasız olan Bosna’ya silah ambargosu uygulandı.
Kuşatmanın tek geçilebilen bölgesine, Saraybosna Havaalanı’na NATO karargâhı
kuruldu. Boşnaklar kendilerini kurtarma vaadi ile gelen Nato’nun karargâhı
altından geçen gizli bir tünel kazdılar. Bu tünel Saraybosna’nın umudu oldu.
Yiyecek ve içecekler, ilaç yardımları, silahlar ve şehrin elektriği bu tünelden
sağlandı.

Boşnaklar savaşın sonuna doğru güçlendiler. Kaybettikleri yerleri geri almaya ve
Sırp kuvvetlerini geri püskürtmeye başladılar. Sırplar Saraybosna’da 300.000
Bosnalı’ya yapmayı planladıkları soykırımı gerçekleştiremeyeceklerini
anladıklarında Srebrenica’ya yöneldiler. Hollandalı askerler tek bir kurşun
sıkmadan Srebrenica’yı teslim ettiler. Hatta Sırplarla içki içip eğlendiler.
Sırplar 10.000’den fazla Boşnak’ı katlettiler. Hedeflerine ulaştıklarında
güçlenen Bosna – Herksek ordusunu durdurmak için Dayton Anlaşmasını Alija’ya
zorla imzalattılar ve savaşı bitirdiler. Amacı kahraman olmak değil, halkına
barış getirmek olan Alija, Dayton Anlaşması’nı imzaladığı günü hayatının en zor
günü olarak anlatır. Bakın size uluslararası mercilerin doğrudan müdahalesinden
bahsediyorum. Onlar zulmü engellemek şöyle dursun, zulme zemin hazırlıyorlar.
Yapılan zulme ve oynanan alçakça oyunlara rağmen Sırplar 2 haftada almayı
planladıkları şehri 3,5 yılda alamadılar. Su borularından yaptıkları el yapımı
silahlarla Avrupa’nın en büyük 4. ordusu olan Yugoslav Halk Ordusu’na karşı
koyan bu halk nesiller boyunca unutulmayacak bir destan yazdı. Edis Kolar’ın
dediği gibi “Ne için savaştığınız ne ile savaştığınızdan daha önemlidir.’’

Savaşın üzerinden 20 yıldan fazla bir zaman geçti. Bu gün hâlâ binlerce insan
kayıp. Bulunamamış onlarca toplu mezar var. Hayatta kalanlar gerçekleri anlatmak
için kaldıklarını söylüyorlar. Bu kahramanlar yaraları tekrar tekrar kanayacak
bile olsa hikâyelerini bizlere anlattılar. Boş hevesler peşinde koştuğumuz böyle
bir zamanda hayata tutunmak için bizden daha iyi sebepleri var aslında. Ve bu
konuda bizden çok daha deneyimliler.

Boşnakların en dikkat çeken özelliği trajik durumlara karşı verdikleri komik ve
olağan tepkilerdir. Filmlerinde ve ağıtlarında bu zıtlık her zaman görülür.
Amcam Şefkija Muratović bir savaş gazisi. Savaşta yanına havan topu düşmüş ve
bacağının bir bölümü parçalanmış. Hiçbir şekilde uyuşturulmadan kaba etinden
kesilen parça bacağına dikilmiş. Bu olayı öyle bir anlatır ki; gülmekten
karnınıza ağrılar girerken, içten içe nasıl böyle bir şeye gülebildiğinizi
sorgularsınız. Onların hayata tutunacak güçleri de nedenleri de var. Fakat yeni
neslin olanlara karşı duyarsızlığı ve vefasızlığı onların canını acıtıyor.
Verdikleri mücadelenin gelecek nesillere bir ders olmasını istiyorlar. Bu gün
bir çok savaş suçlusu delil yetersizliği bahanesi ile serbest bırakılıyor. Tüm
bu olanları yaşamış, zulüm görmüş bir savaş mağdurunun, suçluların beraatini
izlerken neler hissettiğini düşünebiliyor musunuz? Boşnak gencinin henüz çok
taze olan savaştan bile bihaber olduğunu görmek onların hayata tutunmasını
zorlaştırıyor. Savaştan kaçan birçok kişinin ceplerini para ile doldurup
Bosna’ya dönmeleri ve gerçek kahramanların bu gün zor şartlarda yaşaması onların
hayata tutunmalarını zorlaştırıyor. Yaşadıkları her türlü zulme rağmen onlar bu
gün dimdik ayakta. Onları ayakta tutan şey Allah’ın adaletine olan inançları.
Onlar çok iyi biliyorlar ki “Allah kalbi kırıklarladır.’’
Hem unutulmaması gereken hem de insanların unutup hayata devam etmek istedikleri
bir olay hakkında film yapmak sizin için zor oldu mu?

O insanlar kendi gündelik hayatlarında olanları unutup yaşamaya devam etmek
istiyorlar. Bu onların anın kıymetini bilmelerinden kaynaklanıyor. Fakat
bizlerin unutmasını istemiyorlar. Bizden istedikleri tek şey bunun bir küpe gibi
kulağımızda durması. Bir gün tekrar yaşanmaması. Yani bunu bizler için
istiyorlar. Bu tür bir durumda kalırsak olanları hatırlayıp hareket etmemizi
istiyorlar.

Geçmişimizin, ilmimizin, eserlerimizin hatta dinimizin unutturulmaya çalışıldığı
bir dönemde en çok ihtiyacımız olan şey hatırlamak ve hatırlatmaktır. Olanları
unutmak bunlara neden olan zihniyete hizmet etmektir. Bu hikâye hatırladığımız
sürece bitmemiştir. Yine de bizler bu hikâyeyi unutmayarak ve unutturmayarak
üzerimize düşenin sadece bir kısmını yapmış oluyoruz. Başta da dediğim gibi
kahramanlarımız gündelik hayatları içerisinde olanları unutmak, hayata devam
etmek istiyorlar. O hâlde hükûmetler ve bizler onları rahat şartlarda yaşatmakla
mükellefiz. Fakat şimdi savaş mağdurları İskenderija’da çadırlarda kalıyorlar.
Bir çok savaş kahramanı zor şartlar altında yaşıyor. Dedo Pozder ilerleyen
yaşına rağmen hala günün 15 saati pazarcılık yapıyor. Sajme Hamzić yıllardır tek
başına yaşıyor ve hiç kimse ziyaretine gitmiyor. Ziba Jazić kızını
evlendirebilmek için taksitlerle boğuşuyor ve antidepresanlarla ayakta duruyor.
Hâlâ birçok savaş mağduru maaşlarının bir bölümünü batılı ilaç şirketlerinin
pazarladığı antidepresanlara harcıyor. Bizlerden bulamadıkları ruhsal desteği
onlara tüm olanlara çomak tutan Batı medeniyeti pazarlıyor.
Bu durum şöyle sorular doğuruyor: Acaba Bosna Hükûmeti’nin ileri gelenlerinden
bazıları Alija ile aynı amaçla savaşmadılar mı? Kendini milletine adayan Alija,
savaş kahramanlarının bu durumunu görse ne der? Bu sadece Bosna Hükûmeti’ni
değil bizleri de ilgilendiren bir durum. Yoksa bizlerin kalbi dilimizle ikrar
ettiğimizi tasdik etmiyor mu? Bu insanlar kardeşlerimiz değil mi? O hâlde
bizlere düşen bir diğer görev de bu kahramanları rahat yaşatmaktır. Onlar bizim
duymaya zorlandığımız şeyleri yaşadılar. Bizden bekledikleri tek şey ise
unutmamak. Fakat bizlere düşen bundan fazlası.

Bosna Savaşı’nın Avrupa’nın göbeğinde olmasının günümüzde faal bir şekilde
yapılan Avrupa ve Avrupalı tartışmalarına (kültürel birlik, ekonomik birlik)
nasıl bir etkisi olabilir?

Saraybosna Kuşatması tarihimizin daha birçok meselesi gibi orada apaçık
yazmakta. Bir savaş tanığı bir sohbetimizde şöyle bir şey demişti: “Biz sahte
bir hayale kapılıp (Yugoslavya) diğer milletlerle çok fazla iç içe girmiştik.
Allah bize komşularımızın kim olduğunu gösterdi. Ve sınırları belirledi.”

Modern Dünya’nın sözde kural koyucuları dünyanın başına gelen her krizde
bozgunculuklarını yine kendi şirketlerinin ve yardım kuruluşlarının paçavraları
ile örtmeye çalışıyor. Hangi tarafsızlık? Her eylem bir yöne doğrudur. Her
tercih bir taraf seçmektir. Ben tarafsızlığa inanmıyorum. Modern dünyanın
“tarafsızlık” yalanının ne demek olduğunu ve ne şekilde uygulandığını
Saraybosna’da, Srebrenica’da ve tüm Bosna’da izledik, gördük. Ve hâlâ dünyanın
her yerinde izlemeye devam ediyoruz. Her şey apaçık ortada. Herkes aynı şekilde
anlamadı. Çünkü herkesin canı aynı şekilde yanmadı. Aynı şeye inanmayanlar
nasıl‚ “bir” olabilir. Sömürgecilik anlayışıyla zenginleşerek zahiri ilimlerde
gelişebilmiş fakat insan olmak ilminden bihaber bir topluma nasıl medeni
denebilir? Alija bizlere diyor ki: “Bunu hiç unutma evlat. Batı hiçbir zaman
uygar olmamıştır. Ve bugünkü refahı, devam edegelen sömürgeciliği; döktüğü kan,
akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur.”

Sözde özgürlük savaşçıları ve şuursuz simsarları kendileri dışında her kültü,
eğitim kurumunu ve anlayışını, geçmişten gelen her türlü kaynağı yok ediyorlar.
İçimizi acıtan şey “düşmanımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği.”
Bosna’da kimlere soykırım yapıldı. Sırp Komutan Mladić Srebrenica’ya
girdiklerinde neden Türk’lerden intikam aldıklarını söyledi? Neye inandığımız
konusunda samimi olursak yaşadığımız sorunun temeline de daha rahat ineriz. Hâlâ
kültürel ve ekonomik birlikten bahsedilmesini çok anlayamıyorum. Bosna bu
tartışmalar için yeterli bir örnek değil mi? Her yönüyle Saraybosna bana Cemil
Meriç’in bir sözünü hatırlatıyor: “Olympos Dağı’nın çocukları Hira Mağarası’nın
evlatlarını asla kabullenmeyecekler.”

Söz ile gönüllere aktarılan sırrın evlatları elbet Saraybosna’nın da öyküsünü
unutmayacak ve unutturmayacaklardır. Bu öyküyü Hz. Peygamber’in öğrettiği
biçimde okuyacak, “Sabredenler, aralarında yardımlaşanlar, Allah yolunda cihat
edenler” hitaplarına da “haddi aşanlar, zulmedenler” hitaplarına da kimlerin
muhatap olduğunu göreceklerdir.

Sabah Ülkesi