Tepecik Hayal Okulu (A Dream School in the Steppes)
Yapım Tarihi - 2014
Süresi - 00:56:00
Format - Belgesel, Renkli, Türkçe
Yönetmen - Güliz Sağlam
Senarist - Güliz Sağlam
Görüntü Yönetmeni - İlker Berke, Frank Massholder,
Güliz Sağlam
Kurgucu - Güliz Sağlam, Özlem Sarıyıldız
Yapımcı - İlker Berke
Yapım Şirketi - A. İlker Berke Yapım
Dünya Hakları - A. İlker Berke Yapım
Yaşadığı her anı görsellikle tasvir etme tutkusu, sinemayla büyülenmiş birine
tüm yapım zorluklarıyla, engellerle mücadele etme gücü verebilir mi? Birbirinden
Özgün ve yaratıcı kısa filmleri ve tek uzun metraj filmi Karpuz Kabuğundan
Gemiler Yapmak’la tanınan Ahmet Uluçay, bundan on iki yıl önce beynindeki
tümörle tanıştı ve ilk ameliyatını oldu. Bu film, Uluçay’ın düş ile gerçek
arasında gidip gelen yaşamına paralel biçimde hastane koridorlarının yarı
karanlığından köye, çocukluğa, düşlere, bir sinema tutkununun dünyasına taşıyor
bizi.
Kaynak
İstanbul Film Festivali
25. Ankara Film Festivali, Ulusal Kısa Film Yarışması, Belgesel Dalı, Birincilik Ödülü. 2014
5. Malatya Film Festivali, Ulusal Belgesel Film Yarışması, En İyi Film Ödülü. 2014
7. Documentarist İstanbul Belgesel Günleri, FIPRESCI Ödülü. 2014
9. Boston Türk Belgesel ve Kısa Film Yarışması, Belgesel Dalı, En
İyi Film Ödülü. 2014
47. SİYAD Türk Sineması Ödülleri, En İyi Belgesel Film Ödülü. 2014
33. İstanbul Uluslararası Film Festivali, Belgeseller Bölümü, Gösterim. 2014
3. Ayvalık Uluslararası Film Festivali, Belgesel Dalı, Panorama Bölümü, Gösterim Seçkisi. 2014
2. Boğaziçi Film Festivali, Belgesel Özel Gösterim Bölümü, Gösterim. 2014
7. Ege Belgesel Film Günleri, Gösterim. 2014
5. Malatya Film Festivali, Gösterim Seçkisi. 2014
17. 1001 Belgesel Film Festivali, Gösterim. 2014
14. Boston Türk Film Festivali, Belgesel ve Kısa Film Yarışması Ödüllü Filmleri,
Gösterim Seçkisi. 2015
47. Sinema Yazarları Derneği SİYAD Ödülleri, En İyi Belgesel Film Ödülü Adayı.
2015
65. Berlin Film Festivali, Türkiye Standı, Uzun Belgeseller Bölümü, Gösterim.
2015
2. Zeugma Film Festivali, Belgeseller Bölümü, Hamish Gösterim Seçkisi. 2014
1. Çerçi Film Günleri, Gösterim. 2015
18. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, Gösterim. 2015
4. Van Gölü Film Festivali, İnci Kefali Sinema Ödülleri, Belgesel Dalı,
Finalist. 2015
12. Paris Türkiye Filmleri Festivali, Gösterim Seçkisi. 2015
1. Edirne Uluslararası Film Festivali, Gösterim Seçkisi. 2015
1. Vancouver Türk Filmleri Festivali, Gösterim Seçkisi. 2015
4. Filmamed Belgesel Film Festivali, Tematik Bölüm, Direniş Filmleri Gösterim
Seçkisi. 2016
6. Gençlik Filmleri Festivali, Gösterim Seçkisi. 2016
3. Axtamara Van Film Festivali, Belgesel Gösterim Seçkisi. 2016
3. Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali, Gösterim Seçkisi. 2016
10. Documentarist İstanbul Belgesel Günleri, Documentarıst'ten Ödüllü Filmler Bölümü, Gösterim Seçkisi. 2017
5. AB-Türkiye Karadeniz Kadın Belgesel Film Festivali, Gösterim Seçkisi. 2019
Demek Resimler Kımıldıyordu
FABİSAD töreni oldu bitti, pek de iyi oldu. Ama özgürlük veren hayal gücünü,
kahramanlarıyla birlikte daha sonra ele alalım dedik. Bu hafta konumuz, 25.
Ankara Uluslararası Film Festivali’nden ve 7. Documentarist’ten ödülle ayrılan
'Tepecik Hayal Okulu' adlı belgesel. Documentarist’ten gelen ödül, aynı zamanda
her yıl daha da gelişen, büyüyen Documentarist’in ilk FIPRESCI ödülü. Çeşitli
ülkelerden filmlerin yer aldığı FIPRESCI seçkisinde ödül, bir Ahmet Uluçay
hikâyesine, Güliz Sağlam’ın yönettiği “Tepecik Hayal Okulu”na verildi.
Belgeselci ve video-eylemci Güliz Sağlam bizi, “Uluçay'ın düşle gerçek arasında
gidip gelen yaşamına paralel biçimde hastane koridorlarının yarı karanlığından
köye, çocukluğa, düşlere, bir sinema tutkununun dünyasına taşı” (yan) bir film
yapmış. Özellikle Ahmet’i tanıyanlar için daha da etkileyici. Ama tanımayanlar
da tanıyacak onu- sinema aşkını, çocukluğunu, ‘gölgeler’ini, dışlanmışlığını.
“Benim bütün hayatım çocukluğuma yakılmış bir ağıt, sinemam da öyle.”
İlk filminden bu yana hem filmlerini, hem onu festivaller vasıtasıyla
tanıdığımız halde, hastane kâbuslarını bilmiyorduk. Onlara da aşina oluyoruz.
“Biraz komediye döndü bu iş,” diyor, “o hastaneden bu hastaneye.” Karısını,
oğlunu, kızını tanıyoruz. İlk kez Ankara’da, onun yanında görüp tanıdığımız
İsmail ve Şerif’i de. Babası ile ağabeyi de onun hakkında konuşuyorlar.
Babası dışında kalanı, sinema uğraşında, yaratıcılığında Ahmet’e yardımcı olmuş,
sözüne kulak vermiş, derdini dinlemiş olan az sayıda insan. Aile fertleri,
bir-iki çocukluk arkadaşı... Babasına gelince, ona kendini kanıtlayamamış olmak
Ahmet’in içinde bir hicrandı. Oğlu da doğruluyor bunu. Dede İsmail’in ise cevabı
kesin- “Biz fakir adamlarız, ben tasvip et-mi-yo-rum! İnanmıyorum!” Ahmet
Uluçay’ın oğlu ise, “Babama haksızlık yapıldığını düşünüyorum,” diyor. “Kendimi
de suçlu hissediyorum ona karşı. Sanki ben de yapmam gereken bir şeyleri
yapmadım.”
“Ahmet’in hayal gücü de dört boyutluydu,” diyen ağabey ise, yeni bir projeyi
kimseye anlatamayınca, nasıl ona geldiğini hatırlıyor. Projeyi gece bitirmiş,
ben bunu kime anlatırım, anlatmazsam uyuyamam, beni dinlese dinlese ağabeyim
Dinler diye düşünmüş. Anlatmış, anlatmış, "bitti" dediği zaman saat dört olmuş.
“Hah, şimdi ben öğlene kadar uyurum,” demiş. Onun nice projesini dinlemiş
ağabeyi,
“Tek başına umutsuzluk ağacından meyve yemek isteyen bir insan gibiydi Ahmet,”
diyor.
Ama, bütün bunlar bir yana, asıl büyüleyici olan Ahmet’in sinemaya karşı
bitmez-tükenmez, başka her şeyi ikinci dereceye iten sevgisi. Gölgelere duyulan
sevgi de bunun ilk adımı belki. ”Bu köyün duvarları benim için fantastik
sinemaydı,” diyor filmde. “Alman dışavurumculuğu bizim duvarlarımızda yaşardı.
Ve ben gölgelerle hep oynardım. Bir ressam diyor ki 'gölge' diyor, 'varlığın
süsüdür' diyor. O zaman varlığın kendisi gölgeydi.”
Güliz Sağlam “Tepecik Hayal Okulu”nu yaparken, köylerine ilk seyyar sinemacı
geldi geleli kımıldayan resimlere hayran olan Ahmet Uluçay’ın ve yönetmenin
filmlerinin daha da tanınmasını amaçlamış. Belgesel filmi, türlü olanaksızlık
yüzünden tamamlanmayıp, bu arada Ahmet de 2009’da aramızdan ayrılınca, elindeki
"çok değerli görüntüleri” ortaya çıkarmak istemiş. “Ahmet Uluçay’ın
gerçekleştirdiği mucizeyle bugün hayallerinin, tutkularının peşinden koşanlara
Umut olmaya devam etmesi için onun hikâyesini kendi ağzından aktarmak istemiş.”
Ne iyi etmiş!
Yıllar, yıllar önce Ankara’da Kütahyalı üç kişiyle tanıştık. Ahmet (Uluçay),
İsmail (Mutlu), Şerif (Akarsu). Tavşanlı’nın Tepecik köyündendiler, sinemayı çok
seviyorlardı, Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu diye bir grup kurmuşlardı.
İsmail tavukçuluk yapıyordu, Şerif madende çalışıyordu, Ahmet de
kooperatifteydi, sanırım. Çok heyecanlıydılar, hele Ahmet. “Köylü sinemacılar”,
sinemaya adım atmıştı. Güliz Sağlam, Ahmet Uluçay’ın rüyasını onun ağzından,
rüya gibi bir filmle anlatmış. Var olsun!
Sevin Okyay
online @ birgun.net
17/06/2014
Güliz Sağlam ile Söyleşi: Uluçay’ın Optik Düşleri
2009 yılında kaybettiğimiz Ahmet Uluçay’ın hikâyesini anlatan Tepecik Hayal
Okulu, tıpkı Uluçay’ın ‘kımıldakları’ gibi hem fantastik hem gerçekçi bir
belgesel. Güliz Sağlam’ın yönetmenliğini yaptığı filmin vizyona girmesi,
belgesel sinemanın seyirciyle buluşması adına önemli bir gelişme.
Yapımcılığını İlker Berke’nin, yönetmenliğin Güliz Sağlam’ın yaptığı Ahmet
Uluçay belgeseli Tepecik Hayal Okulu’nun hikâyesi 2000’lerin başına kadar
uzanıyor. İlk uzun metrajının çekimlerini yeni bitirmiş Uluçay’a doktorlar
beyin ameliyatı olması gerektiğini söylüyorlar. Sağlam ve Berke’nin ise, tam
o sıralarda Uluçay’ın filmlerini daha iyi koşullarda çekebilmesi için kısa
bir belgeselle onun adını duyurma fikri düşüyor akıllarına. 2009’da
Uluçay’ın vefatından beri ise artık bambaşka bir amaç için, onun anısını
yaşatmak, hayal gücünü, sinema tutkusunu, azmini insanlara bulaştırmaya dair
bir sorumluluk duygusuyla yollarına devam ediyorlar. Nihayet bu yıl
tamamladıkları Tepecik Hayal Okulu, açılışını 33. İstanbul Film
Festivali’nde yaptı, 7. Documentarist’te FIPRESCI ödülünün ve 25. Ankara
Film Festivali’nde En İyi Belgesel ödülünün sahibi oldu. Güliz Sağlam’ın
filmi, büyük bir yönetmenin mirasına sahip çıkıyor. Yitip gitme riski
taşıyan çekilmemiş senaryolardan, basılmamış bir romandan, kim bilir içinde
daha ne kıymetli şeyleri barındıran notlardan, restore edilmesi gereken
filmlerden oluşan, sahipsiz bırakılmış büyük bir mirasa.
Ahmet Uluçay’la tanışmanız nasıl, ne zaman oldu? Bir belgesel yapma fikri ne
zaman ortaya çıktı?
90’ların sonunda, 2000’lerin başında İlker Berke aracılığıyla tanıştık.
İlker onun kısa filmlerinin görüntü yönetmenliğini yapıyordu. Hafta sonları
Ankara’dan geliyordu onların köyüne; hem birlikte çalışıyorlardı hem de çok
güzel, yakın bir dostlukları olmuştu. Ben o dönem yeni yeni yönetmen
yardımcılığı yapıyordum. İstanbul’da İlker’le beraber çalışmıştık. Ahmet
Uluçay’dan bahsediliyor, ben de kısa filmlerini görmüş ve çok etkilenmişim.
İlker aracılığıyla ben de tanıştım Ahmet Uluçay’la. Sonrasında, Almanya’dan
gelen bir ekiple çalışırken ekip arkadaşlarımdan birine Ahmet Uluçay’dan,
kısa filmlerinden bahsettim. Elindeki uzun metraj senaryolarından ve bir
ortak yapımcı aradığından bahsettim. O zaman çekmek istediği bir hikâyesi
vardı, bir kısmı Almanya’da bir kısmı Türkiye’de geçiyor. O filmin ortak
yapım olmasını çok istiyordu. Almanya’dan ortak yapımcı bulabilir miyiz diye
düşünmeye başladık. Benim de oradan aklıma geldi, Ahmet’in kısa filmlerini
tanıtan, ne kadar yetenekli olduğunu gösteren, hayal gücünü ortaya koyan bir
belgesel yapsak, böylece adı duyulsa dedim. Almanya’dan gelen ekipten bir
arkadaşım Frank Massholder’le tamam dedik, bir ön çekim yapalım, onunla bir
yerlere başvuralım, sonra projeyi geliştirir, daha iyi bir ekipmanla
çekeriz. Fakat tam biz çekimlere başlayacakken Ahmet’in beyin ameliyatı
gündeme geldi. Epilepsisi zaten vardı, onu biliyorduk ama artık doktorlar
beyin ameliyatının kaçınılmaz olduğunu söylediler. Ve çekimlerin
başlangıcıyla ameliyat süreci çakıştı. Biz yine de vazgeçmedik çekmekten
çünkü bir taraftan da şöyle bir durum vardı tabii: İlker, ben, o zaman
İstisnai Filmler’de (İFR) çalışanlar, hep Ahmet’in yanındaydık. O hastaneden
bu hastaneye gidiliyor, doktorlar bulunuyor, tavsiyeler alınıyor. O
bürokrasiye de girdik. Bir taraftan da küçük bir kamerayla kayıt yapıyorduk.
Frank yapıyordu çekimleri daha çok. Turist gibi göründüğü için kamera
konusunda kimse ona zorluk çıkarmıyordu. Ahmet ameliyat oldu, iyileşme
döneminde biraz İstanbul’da kaldı, sonra da köye döndü. Sonunda yaptığımız
kısa videoyla arte gibi bir iki televizyon kanalına filan başvurduk ama
kimse ilgilenmedi.
Sonra işin ucunu bıraktınız mı?
Gerekli desteği bulamayınca işi erteledik biraz, ben yine filmlerde çalışmak
zorundaydım, geçim derdi malum. Ama bir türlü yapım desteği bulamadık ve
aradan hakikaten uzun bir zaman geçti. 2009’da Ahmet’i kaybedince bu filmin
ne olursa olsun tamamlanması gerektiğine karar verdik İlker’le birlikte.
Kültür Bakanlığı’na başvurduk, oradan yapım desteği çıkınca da yeniden
başladık çalışmaya.
Tekrar köye dönüp ek çekim mi yaptınız o dönemde?
Tabii tabii. Ama Ahmet hayattayken de köye birkaç kez gitmiştik. Annesiyle,
babasıyla konuştuk. Onların hiçbiri şu anda hayatta değil; hatta
filmdekilerin çoğu hayatta değil artık, o yüzden ciddi bir arşiv değeri var
filmin. Bir tek eşi Ayşe’yle görüşmeme izin vermedi Ahmet. Bu tavrına çok
şaşırmış ve içerlemiştim açıkçası o zaman Ahmet’in, çünkü Ayşe çok önemli
Ahmet’in hayatında, o olmadan çok eksik olur film diye düşünüyordum.
Ayşe’yle o zaman konuşmuş, sen olmazsan olmaz bu film demiştim. Görüntü
vermek istemediğini söyledi. En azından ses kaydı alalım, dedim. Ahmet gelip
buna da müdahale etti, benim de tüm hevesimi kırdı bu durum. Ancak yıllar
sonra yapabildik Ayşe’yle röportajımızı.
Peki Ahmet Uluçay’ın mesela hastane sürecini çekmenizle ilgili tavrı
nasıldı?
Tüm o hastane sürecinde sinemadan bahsetmek ona çok iyi geliyordu,
motivasyonunu yükseltiyordu. Birileri hep yanında, kamera var. Ahmet’in en
belirgin özelliklerinden biri de nerede olursa olsun sinemadan, edebiyattan
konuşmayı, senaryolarını anlatmayı çok sevmesiydi. O hastaneler arasındaki
bekleme sürecinin sıkıntısını azaltıyordu bizim çekim yapmamız. Hatta filmin
ismi ‘Inside Ahmet Uluçay’ olacaktı o zamanlar. Ahmet’in kafasının içi,
hayal dünyası, rüyaları, beyin ameliyatı olması, tüm bunları birleştirmiştik
kafamızda, o yüzden hep yakın çekim yapmıştık mesela. Şimdi olsa o kadar
yakın plan çekmezdim ben ama o zamanki ana izleğe göre öyle tercih etmiştik.
Eğer o zaman tamamlayabilseydik filmi, çok daha başka bir film olurdu gibi
geliyor şimdi düşününce. Çok deneyimli de değildim o zamanlar belgesel
alanında.
Aslında çok mahrem bir süreç olduğu için, yakın planlar içerikle örtüşüyor
bence. Peki, sonuç olarak geçirdiği ameliyat oldukça tehlikeliydi. O süreci
çekerken siz kendinizi nasıl hissediyordunuz, ahlaki çekinceleriniz ya da
Ahmet Uluçay’ın durumuyla ilgili korkularınız oluyor muydu?
Çok çekincemiz yoktu aslında çünkü Ahmet fiziksel olarak çok iyiydi;
kendisiyle ve sinemasıyla ilgili belgesel yapılması fikrinden de çok
memnundu. Tabii ameliyatın çok riskli olduğunun farkındaydık ama çekim
süreci neredeyse o ağır durumu hafifletti. Biz bir belgesel çekiyoruz
havasında da değildik hiç. Evet, kamera vardı ve kayıt yapıyorduk. Tam
olarak ne çıkacağını da bilmiyorduk. Zaten ameliyat sonrasında daha planlı
bir çekim sürecine gireriz diye düşünüyorduk. Bizim için en büyük zorluk
ameliyat sürecinin uzamasıydı; oradan oraya sevk ediliyordu sürekli, bizi
asıl o kısım uğraştırdı. Bir de bu kadar yetenekli bir adam var, yaptığı
filmler ortada, bu sürünme hali neden diye düşünüyorduk. Sağlık sistemi,
ekonomik zorluklar çok belirleyiciydi Ahmet’in hastalığında.
Peki o dönemde çektiğiniz görüntülerin ne kadarını kullandınız ya da
kullanabildiniz filmde?
O zaman mini dv bir kameramız vardı, henüz hd kameralar yoktu. Toplam on beş
saatlik görüntü vardı elimizde. Ama tabii aradan geçen zamanda bazı görüntü
ve sesler bozulmuştu. Neyse ki, çok istediğimiz halde teknik nedenlerle
kullanamadığımız bir yer çıkmadı. Ama sesleri düzeltmekle çok uğraşıldı.
Sonra da ek çekimler yaptık.
Belgeselin ses ve görüntülerinin teknik kalitesi yüksek değil belki ama
insan izlerken yadırgamıyor, belki de Ahmet Uluçay’ın filmlerinin ruhuna
uygun bir hava kattığı içindir.
Evet, öyle bir algı var. Onun filmleri de öyle zaten, biz de öyle çalıştık,
kimse yadırgamadı durumu. Ahmet Uluçay’ın en büyük isteği teknik olarak
istediği koşullarda, istediği şartlarda çekebilmekti filmlerini. Pek öyle
olmadı maalesef, onunla ilgili yaptığımız belgeselin de koşulları aşağı
yukarı aynı oldu.
Filmde konuşan herkesin kendini ifade etme gücü çok etkiledi beni izlerken.
Bir de o köyde o üç kişinin birbirini bulmuş olması da çok etkileyici değil
mi?
Evet, ilk olarak İsmail Mutlu’yla başlıyorlar sinemaya. Projeksiyon makinesi
yapalım, kamera yapalım, diyorlar. İsmail Bey teknik konularda çok yetenekli
ve her şeye açık. Diyor ya filmde de: “Aklımızda bir ışık yanardı, yapalım,
yaparız derdik.” Projeksiyon makinesi yapmaya kalkmak ve yapmak, o kısıtlı
koşullarda müthiş. Onun da bir rahatsızlığı var maalesef, o dönem
gittiğimizde köye görüşememiştik mesela. Diğer arkadaşları Şerif Akarsu da
bu işlerden elini eteğini çekmiş tamamen. Bir manifaturacı dükkânı var.
Artık hiçbiri sinemayla ilgilenmiyor. Hayatlarının bir dönemine girmiş
sinema, çok da ciddiye almışlar, çok kafa yormuşlar ve Ahmet’in gidişiyle de
birden bitivermiş her şey.
Öyle kurak bir ortamda kendini yetiştirmiş olması çok hayranlık uyandırıcı
zaten, nasıl olmuş da bu adam böyle olmuş?
Bunu görüntülerin hareket etmesine bağlıyor hep. Görüntülerin hareket
etmesine hayran olmuş, büyülenmiş. O büyülenmeyle başlıyor sinema macerası.
Çocukluğunda anlatılan hikâyelerden, dinlediği masallardan çok etkileniyor
ama bir de çok okuyor, kendisi de üstüne çok şey katıyor. Edebiyatın, resim
sanatının sinemada öneminin farkında. Resimle, şiirle, edebiyatla uğraşıyor.
Bunlardan beslenerek çekiyor filmlerini. Bence o bizi çok etkiliyor ve
hayran oluyoruz. Ciddiye alıyor çünkü yaptığını ve aynı zamanda ne
yaptığının da çok farkında.
Çocukken epilepsisi yok değil mi, sonradan çıkıyor ortaya?
Yok, daha sonra ortaya çıkıyor. Epilepsi hastalığı hayatını zorlaştırıyor
ama bir taraftan da sinemasını etkiliyor. Hatta epilepsi kriziyle ilgili
olan Epilectic Film’i yapıyor. Epilepsi krizi geçiren bir kameranın
hikâyesi. Kamerayı o kullanmış, oynamış. Kurgusunu, Mustafa Preşeva’yla
yapmışlar. Ahmet ve arkadaşları çok uğraşıyorlar, filmleri izlensin,
bilinsin, istiyorlar. Anadolu Üniversitesi’ne gidişleri, filmi orada
göstermeleri, oradan gelen destek çok önemli mesela devam etmelerinde.
‘Bozkırda Deniz Kabuğu’ üzerine çalışmaya ne zaman başlamıştı?
Ahmet’in elinde ‘Bozkırda Deniz Kabuğu’ ve ‘Kuzey Masalı’ senaryoları en
başından beri vardı. Hatta Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ın senaryosu
henüz yoktu ben onu tanıdığımda. ‘Bozkırda Deniz Kabuğu’ ile başlamak
istiyordu, fakat ifr ilk film için daha düşük bütçeli bir senaryo yazmasını
istemiş. O da oturmuş hemen yazmış. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ın
ardından hastalığı ilerliyor, beyin ameliyatı süreci başlıyor. ‘Bozkırda
Deniz Kabuğu’ filmini gerçekleştirebilmek için çok uzun süre uğraşıyor. Bir
yapımcı da buluyor ama yine ekonomik koşullar, yapım desteği bulma sürecinin
uzaması, bu arada hastalığının ilerlemesi yüzünden filmin çekimlerini
tamamlayamadan aramızdan ayrılıyor.
Çekilen görüntüleri izlediniz mi siz ya da onları kullanmayı düşündünüz mü?
O görüntüler kimde şimdi?
O zamanki yapımcısında. Bazı teknik nedenlerden dolayı kullanamadık onları.
Yeri gelmişken şunu söylemek istiyorum, kısa filmlerinden parçalar
kullanırken bile çok zorlandık. Filmlerin bazıları Betacam’a aktarılmış ama
çok görüntü kaybı var. ifr neyse ki bazı kısa filmlerini Karpuz Kabuğundan
Gemiler Yapmak’ın dvd’sine almış ama onların da çözünürlüğü düşük. Biz
belgeselde kullanmak için daha iyi bir aktarma makinesi bulduk ve tekrar
aktardık, biraz daha düzeldi. Yine de filmler iyi durumda değil; restore
edilmeleri gerekiyor. Çok masraflı bir iş olduğundan da bunu ancak Kültür
Bakanlığı yapabilir. Bunu hep gündeme getirmeye çalışıyoruz, o filmlerin
hakikaten düzgün bir şekilde aktarılıp, restore edilip, saklanması
gerekiyor. Türkiye sineması açısından çok önemliler. Kısa filmlerinden bir
tanesine ise hiç ulaşamadık. Fikir Ayşe’nin, ağaca film şeritlerini asıp
Hıdrellez’de dilek tuttuğu, bu adam uzun metraj film çeksin de kurtulalım,
dediği film, Uzun Metrajın Resmi. Youtube’da çok düşük çözünürlüklü bir hali
var, onu kullanamadık haliyle. Sormadığımız yer kalmadı, film yok. Bu çok
acı. Ödül de almış kısa film yarışmalarından.
Senaryoları, notları, romanı eşi Ayşe’de herhalde değil mi?
Evet, Ayşe’de notları, senaryoları var. Ama biraz dağınık ve eksikler var.
Senaryoların farklı versiyonları var ama birbirine karışmış. Bir de ‘Küller
ve Kemikler’ diye basılmamış bir romanı var. Son birkaç sayfası kayıp ama
yine de basılırsa çok iyi olur.
Sizin filmi çekme deneyiminize dönecek olursak, aslında başta söylediğiniz
bir şeyi açmak istiyorum. Kadın işçilerin direnişleriyle ilgili birçok film
yapmış bir belgeselci olarak, aslında ‘maço’ denebilecek bir erkek
yönetmenin filmini yapma deneyimi hakkında neler söylemek istersiniz?
Bizim Ahmet’le aramızdaki en büyük sürtüşme erkek egemen sistemin sonuçları
üzerinden çıkıyordu zaten. O zamanlar fark etmiştim, ilk filmlerinin üretim
sürecinde yer alan Ayşe’den ve kızından hiç bahsetmiyordu; sadece İsmail ve
Şerif varmış gibi anlatıyordu. Açıkçası biz de çok sonra öğrendik bir sürü
şeyi. Oysa zaten evin dışına çıkamadığı için, köyden gelen tepkilerden
çekindikleri için –dalga geçiyor köydekiler çünkü, çok sıkıntı çekmişler o
bakımdan– evin içinde çalışıyorlar, alt katta hep beraber, Ayşe’yle, çoluk
çocukla. Bu açıdan filmle kurduğum ilişki benim için gerçekten ilginç ve
zorlu oldu ama kendi bakış açımı yansıtabildiğimi düşünüyorum. Şu da var:
Biz 2002’de böyle bir işe girişmiş olmasaydık benim bu filmi sonradan yapmam
mümkün olmazdı. Ama artık bir kere başladıktan sonra bu bizim üzerimizdeydi
artık, yapmak zorundaydık. Tek başına da yapılmıyor bu işler. İlker
Berke’yle birlikte yaptık iyi ki, o da Ahmet’in sinema macerasının içinde
yer almış ve Ahmet’i çok iyi tanıyan bir insan.
Tepecik Hayal Okulu’nun asıl izleği ‘bir tutkunun peşinden gitmek’, hem de
‘her şeye rağmen’ gitmek. Ahmet Uluçay ‘her şeye rağmen’ giriyor sinemaya ve
devam ediyor. Kendisi de söylüyor zaten, bir derdi, söyleyeceği bir şey var
ve onu söylemek için kendine sinemayı seçiyor. Bu ‘tutkunun peşinden gitme’
meselesi filmin de asıl meselesi. Ama körü körüne değil tabii ki, bilinçli
olarak gitmek. Bu anlamda bu filmle Türkiye sineması arasında da bir
bağlantı kuruyorum. Çok fazla filmin üretilmesi iyi bir şey ama acaba
gerçekten derdi olup da bunu sinemayla ifade etmek isteyenlerin filmleri mi
bunlar, yoksa bir hikâye bulduk, bir an önce çekelim de yönetmen olalım
diyenlerin mi, merak ediyorum. Bu film bir taraftan bu soruya cevap arıyor,
bir taraftan da her alanda mücadele ettiğimiz erkek egemenliğine dokunuyor.
Bence çok dengeli yapıyor zaten film bunu, Ahmet Uluçay’ı anlatmanın önüne
geçmiyor ama bu konuyu da görmezden gelmiyor.
Çünkü o durum da görmezden gelemeyeceğimiz bir gerçek. En çok soru da
bununla ilgili geliyor söyleşilerde. Herkes çok şaşırıyor buna. Ya böyle bir
adam, sinemayla uğraşıyor, hayal gücü bu kadar geniş, niye karısına izin
vermiyor, niye kızını okula göndermiyor, bunu neye bağlıyorsunuz, diye
soruyorlar. Erkek egemen sisteme bağlıyorum, başka neye bağlayabilirim?
Ayrıca, Ahmet Uluçay özelinde de değil. Birçok yönetmen için benzer şeyler
söyleyebiliriz, sinema sektöründe de kendini oldukça belli eden bir durum
bu. Ahmet’in huyu öyle diye değil yani.